15 Ocak 2012 Pazar

HOŞGELDİNİZ

Topkapı ülkemizin en büyük ve muhteşem müzesi, tam bir tarih hazinesi. Bu ülkenin her insanı burayı gezmeli diye düşünmemek elde değil. Özellikle müze kartı almalısınız.
Buyrun: gerek ülkemizin ve gerekse ülkemiz dışında, büyük bir üne sahip, en büyük müzelerden biri: Topkapı Müzesi. Gerek konumu, gerek yapısı ve gerekse sergilenen eserler yönünden, muhteşem ve muhteşem ötesi bir kültür hazinesi. Ama: daha önce de söylediğim gibi: tanıtım gerek. Bilmek gerek. Elbette: başınızda bir rehber olmadan da; sizlerin gidip burayı rahat ve bilinçli olarak gezebilmeniz gerek.İçinde bulunan muhteşem ve eşsiz güzellikler ve gerekse mimari yapı ve tarihi geçmişi düşündüğünüzde; burada, anlatılanların belki de yetersiz geldiğini düşündüğünüz anlar olabilecek. Ama; şuna inanın ki; bu kültür bizim, bu eserler, bu hazineler, bu kutsal emanetler bizim. Bunların bizim olması; elbette kişisel olarak muhteşem bir gurur kaynağı.
Uzun lafın kısası; gidin Topkapı Sarayına (Müzesine) doya doya gezin. Kesinlikle; muhteşem keyf alacağınız bir gün yaşayacaksınız. Topkapı Sarayının tarihi süreç içindeki yeri, ne zaman yapılmış, kim yaptırmış, nasıl yapılmış? Hepsi burada deyindik.

   

Bab-ı Hümayun (Sultan Kapısı)

Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan ve "Saltanat Kapısı" da denilen büyük dış kapısı. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan bu kapıdan sarayın birinci avlusuna girilirdi. İç içe iki kapıdan oluşan Babıhümayun'un iki yanında Babıhümayun kapıcılarına ait odalar bulunmaktaydı. Büyük tören ve alaylarda saraya giriş-çıkış bu kapıdan yapılırdı.

Babüs Selam Kapısı

Topkapı Sarayının ikinci kapısı. Bu kapıya Ortakapı da denir. Fatih Sultan Mehmed Han zamanında sade bir biçimde yaptırılan bu kapının sağına ve soluna Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde iki kule eklendi. Babüsselam'ın biri dışa, öteki iç avluya açılan iki büyük kapısı arasındaki bölümüne "kapıarası" denirdi. Kapıyı Kapıcıbaşı Ağanın idaresindeki "Bevvaban-ı Dergah-ı Ali" denilen kapıcılar korurdu. Babüsselam bugün Topkapı Sarayı Müzesinin giriş kapısı olarak kullanılmaktadır.

ADALET KULESİ

Padişahların divan toplantılarını dinledikleri Adalet Kasrı Fatih Sultan Mehmed döneminde bağımsız kule şeklinde bir bina olarak yapılmıştı. Osmanlı Devleti’nin adaleti her şeyin üzerinde tuttuğunu ifade eden sembolik bir anlamı vardır. Adalet Kulesi Sultan II. Mahmud döneminde (1819-20) yıllarında tadil edilerek yükseltilmiştir. Daha sonra, 19 yy.da Sultan Abdülaziz döneminde bugünkü yüksek ve sivri külahlı görünümünü kazanmıştır. 2007 yılında Kültür Bakanlığı tarafından restorasyonu yapılmıştır.

Dîvân-ı Hümâyûn


Osmanlı İmparatorluğu'nda, padişah sarayında toplanan ve şimdiki Bakanlar kurulu gibi memleketin önemli işlerini gören, bu arada müracaat dilekçelerini de kabul ederek bir çeşit yüksek mahkeme vazifesi de gören kurumdur. Dîvân-ı Hümâyûn , Topkapı Sarayındaki Kubbealtı dairesinde toplanırdı. Kuruluşu, Orhan Gazi dönemindedir. Devletin ilk zamanlarında devlet işleri ya doğrudan doğruya padişahlar tarafından ya da sadrazamlar tarafından görülürdü. İstanbul'un alınmasından sonra, devlet işlerinin çoğalması, böyle bir divanın kurulmasını gerekli kılmıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar padişahın başkanlık ettiği Divanı Hümayun'a daha sonra sadrazam başkanlık etmiştir.

BİRİNCİ AVLU


İmparatorluk kapısından girilince, buradan; “Alay Meydanı”na geçilir. Bu meydanın bulunduğu yerde: sarayın dış hizmet binaları bulunur. Bunlar; saray fırınları, silah ve cephane deposu olarak kullanılan Aya İrini kilisesi, muhafız alayı, darphane, odun depoları ve aşağıdaki düzlükte ise; özel sebze bahçeleri vardı. Bu yapılardan; günümüze yalnızca; Aya İrini ve Darphane ulaşabilmiş. Girişi takiben, Aya İrini Kilisesi görülüyor. (Osmanlı Darphanesi ve Aya İrini Kilise’si hakkında ayrıntılı bilgi ve gezi planı; yine bu sitede, ayrı bir başlık altında yazılmıştır, orada bulabilirsiniz.) Bu avluda; sarayın ilk yapıları olan; Çinili Köşk görülüyor. Ayrıca; Arkeoloji Müzesi de, bu avluda.
(Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzesi’de; yine bu sitede, ayrı başlık altında, ayrıntılı olarak incelenmiş, gezi planı yapılmıştır, ayrı başlık altında bulabilirsiniz.)

İKİNCİ AVLU



Birinci avludan sonra ikinci avlu geliyor. Burası; ön avlu ve aynı zamanda saray müzesinin ana girişi. Kapladığı alanın ölçüleri: 160 x 130 m. ve 22 dönümlük bir alan üzerine yerleşilmiş . Bu avlunun sol tarafında: Harem, Kubbealtı, Has Ahır, Zülüflü Baltacılar Koğuşu, İç hazine gibi bölümler var. Sağ tarafta ise: mutfaklar bulunuyor.
İçinde bulunduğunuz bu önemli avlu: “ Alay Meydanı “ olarak anılıyor. Burası; önemli merasimlerin yapıldığı bir alan. Burası; devlet ve hükümetin yönetim merkezi. Yalnızca; sultanlar, bu avluya at ile girebilirlerdi.
Bu avluda; halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaş alan yeniçerilerin temsilcileri, yabancı ülke elçilerinin kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. Özellikle; padişahların cülüs merasimleri ile, üç ayda bir yeniçerilere ulufe dağıtımı merasimleri çok görkemli olurdu.
Törenlerde; padişahın altın tahtı; bu kapının saçağı altındaki taşlığa kurulurdu. 5-10 bin kişinin katılabileceği kapasitedeki törenlerde, tam bir sessizlik hüküm sürerdi ve katılanlar; bir saygı ifadesi olarak, elleri önlerine kavuşturulmuş olarak dururlardı.
Sefere çıkılırken; Padişah, Serdar-ı Ekrem’e, buradaki taşın altında, deliğe saplı bulunan, sancağı teslim ederdi..

ARZ ODASI:



Üçüncü avlunun sağ yan bölümünde. Birkaç mermer basamakla çıkılıyor. İçten; aynalı tonozla, dıştan ise çatı ile örtülü. Sultanlar; elçileri burada kabul ediyorlardı. İsminden de anlaşılacağı üzere; burada, Sultan’lar ile konuşulur ve arzda bulunulurmuş. Fatih devrinden kalan, ancak 1856 yılında, bugünkü şekliyle onarılarak, günümüze erişebilen bu bina; küçüklüğü yanında, birçok tarihi olaya sahne olmuştur.
Burada; içi; klasik Türk motifleriyle süslü, aynalı tonozla örtülü taht hemen göze çarpıyor. Tahtın üstü; inci ve zümrüt gibi değerli taşlarla süslü yastıklarla döşeli. Tavandan sarkan, kıymetli taşlarla süslü askı, tahtın görkemini arttırıyor. Tahtın yanında; bronzdan yapılmış; Türk döküm işçiliğinin güzel örneği bir ocak var. Ufak bir çeşme ve nişler içinde bulunan Çin vazoları; odaya ayrı bir hava katmış. Odanın dışındaki çeşme; odanın içindeki konuşmalar duyulmasın diye, sürekli açık bırakılıyormuş.
Burada yapılan elçi kabulleri: Osmanlı imparatorluğunun gücünü ve ihtişamını yansıtacak bir şekilde yapılırdı. Ancak; arza kabul edilecek elçiler, önce Kubbealtı denilen bölümde, arza hazırlanırlarmış.
Evet; arz odasını gördükten sonra; sağ tarafta bulunan, önü kubbeli yapıya doğru gidin.
Fatih Sultan Mehmet devrinden kalma bu bina; 1859 yılında Sultan Abdülmecit tarafından değiştirilerek, bugünkü şeklini almış. Eski; Seferli koğuşu olan yapı, bugün padişah elbiselerinin sergilenmesine ayrılmış.
Burada: padişahların elbiseleri sergileniyor. Buradaki sultan elbiseleri koleksiyonu; dünyada tek. Fatih’ten başlayarak, Sultan V.Mehmet Reşat’a kadar uzanan döneme ait bir kronolojik sıra takip ediliyor. Çatma, kakma, kadife, atlas, canfes gibi Türk kumaşlarından yapılmış olan elbiseler, renk ve motifleriyle göz kamaştıracak güzellikte. Gerek Sultanların elbiselerinin birini hazineye bağışlama adeti, gerekse padişahların sırtına geçirildiği için kutsal sayılmaları ve ölümlerinden sonra, hepsinin toplanarak bohçalarda saklanması sebebiyle, bugün Osmanlı Sultanlarının elbiselerinin eksiksiz bir koleksiyonuna sahip olunabilmiştir. Özel saray tezgahlarında, elde dokunmuş kumaşlardan dikilen bu elbiseler; 15’nci yüzyıldan beri; itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış. Tamamı: 2500 tane. Altın ve gümüş simlerle işlenmişler. Burada; elbiseler yanında; Sultanların kullandıkları: ipek halı ve seccade örnekleri de teşhir ediliyor. İç bölümde; ayrıca şehzade giysileri, kumaş örnekleri ve kıymetli seccadeler sergileniyor.
Burada, birkaç basamaklı merdivenle inildiğinde, önü sütunlu bir yapıya geliniyor.
Burası; eski hamam ve Fatih Köşkü olup, sonradan hazine haline getirilmiş. Şimdi, 4 Salon halindeki bu bölümde, dünyanın en zengin hazinesi sergileniyor

HAZİNA DAİRESİ



Buraya girişte; ilave bilet alınması gerekiyor. Enderun avlusundaki, Fatih Köşkü; hazine dairesi olarak, objelerin sergilendiği yer. Zaten; eskiden de, burası saray hazinesi olarak kullanılıyormuş.
Önceki dönemlerde. Sarayda, birçok hazine bulunuyordu. Örneğin; yabancı ülkelere giden elçilere emaneten verilen eşyaların saklandığı “Elçi Hazinesi”, Hırka-i Saadetdeki kıymetli eşyaların içinde saklandığı “Emanet Hazinesi”, şimdi silah müzesi olan “İç Hazine”, bir de kıymetli koşum takımlarının bulunduğu has ahırdaki “Raht Hazinesi” vardı. Osmanlı Sultanlarının esas hazinelerinin, Yedikule’de bulunduğu söylenir.
Şimdi gezeceğiniz hazine; “Hazine-i Hümayun “ denilen, padişah hazinesidir.,
Bu hazine; çeşitli ganimetlerden, İstanbul’a gelen elçilerin Sultanlara getirdikleri hediyelerden, padişahların tahta geçiş törenlerindeki armağanlardan ve satın alınan kıymetli eşyalardan oluşmuştur. Özellikle; Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferinden sonra, hazine, o kadar çok zenginleşmiştir ki; Sultan Selim: “ Benim altınla doldurduğum hazineyi ahvadımdan kim mangırla doldurursa, onun mührü ile mühürlensin” dediği söylenir. Ve o günden, son zamanlara kadar, Hazine-i Hümayun, Yavuz Sultan Selim’in mühürü ile mühürlenmiştir.
Hazine eşyası; Sultan Abdülmecit zamanına kadar, sandık ve dolaplarda, depo halindeydi. Saray kanunlarına göre: tahta geçen padişah, hazineyi ziyaret ederdi. Bu nedenle; tahta geçen Abdülmecit, sandıklarda depolanan hazineyi görmüş. Kırım Seferi sırasında da; bazılarının teşhirini emretmiş. Bunu takiben; Sultan Abdülaziz ve Sultan II.Abdülhamit zamanında da; diğer eşyalar teşhir edilir. Zaman zaman, yabancı elçilere gösterilen “Hazine-i Hümayun Dairesi”; böylece bugünkü müzenin ilk nüvesini oluşturmuş oldu. Bu hazineye, yalnızca padişahlar tek başına girebilirler, padişah olmadığı zamanlarda: ancak 40 kişilik bir ekiple açılabilirdi. Hazine; bir yandan dolar, bir yandan boşalırdı. Çünkü; hazineden de birçok vesilelerle armağanlar verilirdi. Her sene; Hz.Muhammed’in mezarına sürre alayı ile bu hazineden birçok kıymetli eşya gitmesi gelenekti. Şimdi; göreceğimiz kıymetli eşyaların çoğu, sonradan tekrar bize geri gelen bu eşyalardandır.
Hazine ile ilgili bir olay, şöyle gelişmiştir. Daha önce söylediğim gibi, Topkapı Sarayında, hazine dairesinden hiçbir şey dışarı çıkarılamazdı. Sultan II.Abdülhamit; kızı Ayşe’ye taç yaptırmak için, model olarak kullanılmak üzeer, Sultan III.Mehmet’in sorgucunu; Saray Kahya’sından ister. Kahya; Padişah’tan, muayyen vadeli bir senet almadan, sorgucu vermez. Bu tutum; Sultan Abdülhamit’in çok hoşuna gider. Kahya’ya 100 altın hediye eder. Süresi geldiğinde ise; sorgucu, Kahya’ya iade ederek, vermiş olduğu senedi geri alır.
Evet; eserlerin sergilendiği dört oda (salon) var. Bu odalar; 2001 yılında, modernize edilerek restore edilmiş.

REVAN KÖŞKÜ



Sultan IV.Murat tarafından, Revan Seferi anısına, 1635 yılında yaptırılmış. Onun için de, bu adla anılıyor. Muhtemelen Mimar Sinan tarafından yapılmış. Bağdat Köşkünün, küçük bir örneği gibi. Sekizgen planlı, tek bir odadan ibaret. Hırka-ı Saadet revakı önünde inşa edilmiş. Kubbesi: altın yaldızla işlenmiş. Kubbe kenarındaki tavan nakışları; deri üzerine yapılmış. Kubbenin; dört penceresi, yapının ışık alma özelliğini oluşturmuş. Odanın çıkıntılarından ikisi, kitaplık olarak yapılmış. Bu yapının; dergah çilehanelerini andıran, basık tavanlı, bir de odası var. Tavanı işlemeli olan bu odanın, ne için kullanıldığı, tam olarak bilinmiyor.
Alt pencereler hizasına kadar; mermerle kaplanmış. Üst tarafı ise; çinilerle bezenmiş. Pencere kapakları; sedef ve bağa kaplamalı. Ortadaki mangal, Fransa kralı XV.Louis’in, Sultan I.Mahmut’a armağanı. Mangal; devrin ünlü bronz ustalarından, “Duplesisa” tarafından yapılmış. Bu köşke; Sultanların sarıklarının bulunmasından dolayı, “Sarık Odası” denilmiş.
Bağdat Köşkü’ne doğru giderken, solda, cephesi muhteşem çinilerle kaplı; Sünnet odası ve hemen yanında, iftariye kameriyesi gezilebilir.
Kameriye; Sultan I.İbrahim zamanında, 1640 yılında yaptırılmış. Burada; Sultanlar, iftar ederler, manzara seyrederlermiş.
Siz de, burada; güzel İstanbul’u içinize sindirek seyredin. Biraz sonra; ilerideki Bağdat Köşkü’nü görmek üzere, oraya gideceğiz

BAĞDAT KÖŞKÜ




Evet; Bağdat Köşkü’ne geliyoruz. Sultan IV.Murat tarafından, Bağdat’ın ele geçirilmesi anısına; 1639 yılında yaptırılmış. Sarayın; dördüncü avlusunda. Bütün İstanbul Boğazını ve Eyüp’e kadar Haliç’i görür. Mimarı bilinmiyor. Köşkün; mermer sütunlar üzerine oturtulan ve çevresini saran geniş saçağı; önemli bir özelliği. Dış duvarların alt kısmı; mermerden ve renkli taşlarla süslenmiş. Üst kısmı ise; çinilerle kaplı. Pencere ve kanatları; fildişi sedef ve bağa ile işlenmiş. İç duvarlar ve kemerler; kubbeye kadar çinilerle süslü. Köşkün 32 penceresinden, üsttekiler renkli camlı. Pencere arasındaki boşluklarda, mavi üzerine beyaz ile; Kur’an dan ayetler işlenmiş Yaldızlı kubbe; hafif kabartmalarla süslü.
Kubbeden aşağıya, zemini kırmızı üzerine altın yaldızlı kafes bulunan; bir kandil sallanıyor. Dolap, pencere ve kapılardan arta kalan bölümler; nefis çinilerle bezenmiş. Ayrıca; alt pencere üzerlerinde; Mahmut Çelebi’nin, mavi çini üzerine yazdığı, “Ayet-El-Kürsi” bulunuyor. Orta bölümün çevresinde yer alan çıkmalar da görülen kırmızı çatma kadife sedirler ve bronz yaşmaklı ocak; köşkün renk cümbüşünü tamamlıyor. Bu ocağın yanları; kuş figürlü yekpare çinilerle kaplanmış.
Bağdat Köşkünü görüp; doya doya İstanbul’u seyrettikten sonra; Revan Köşkünün iki yanındaki merdivenden, aşağıya inerek, IV.ncü Avluya geleceğiz.
Yanda görülen köşk; Mecidiye Köşküdür. Mecidiye Köşkü; saraya inşa edilen en son yapı. Köşkün alt katı: günümüzde, halen, ziyaretçilere hizmet verilen lokanta. Bağdat Köşkünün önündeki teras: Haliç, Galata bölümü ve eski İstanbul’un kubbeleri ve minarelerinden oluşan, eşsiz manzaranın seyredilebileceği güzel bir yer.
Güzel İstanbul’un değişik bir manzarasını görmek isterseniz, Mecidiye Köşküne kadar inin. Aralıklı bir yoldan; tekrar Hazine Bölümünün bulunduğu avluya çıkın. Hırka-ı Saadet dairesi yanında bulunan: yazı ve tezhip bölümüne giderek, gezimize devam edeceğiz.
Bu bölümde: Türk ve İslam dünyasına ait, çeşitli devirlerde yapılan yazı ve tezhip örnekleriyle çeşitli kitapları görmek mümkün. Bu bölümün tam karşısında ise, tamamen mermerlerle kaplanmış, Sultan III.Ahmet Kütüphanesi, göze çarpıyor.

SULTAN III.AHMET KÜTÜPHANESİ


Sultan III.Ahmet tarafından, 1718 yılında, Lale Devri üslubuna göre yaptırılmış. Kubbe ve tonozlarla örtülü olan bu yapının, iç duvarları göz alıcı İznik çinileriyle bezenmiş olup kapı ve pencere kapakları ahşap üzerine, sedef ve fildişi kakma olarak yaptırılmış.
Kubbeli orta bölüm; sütunlarla ayrılan aynalı tonozlarla örtülü, üç bölüm, minderli sedirlerle döşenmiş ve önlerine ahşap oymalı rahleler koyulmuş. Arkalarında kitapların muhafazası için, telli dolaplar var. Kütüphanenin en ilginç eşyalarından biri de; vitrin içinde sergilenen, Sultanahmet Camii ve Kütüphanenin temel atma törenlerinde kullanılan kazma.
Evet, bu şirin kütüphaneyi gördükten sonra, gezi yolumuza, Türk işlemeleri bölümünü görmekle devam edelim.
Bu bölümde; özellikle, Osmanlı imparatorluğu döneminde, bazı tezgahlarda dokunan kumaşlar ve ayrıca imparatorluk dönemine ait bazı giysiler ile Karagöz gölge oyunu sanatına ait motifler teşhir ediliyor.
Bab-ı Saadet kapısından geçerek, sağa doğru dönüp, biraz ilerlediğinizde, bir zamanlar, sarayın iç hazinesi olan, Silah Bölümü ile karşılaşacaksınız.

SİLAH BÖLÜMÜ



Bu bölümde: Sekiz kubbeli ve geniş saçaklı binada; zengin eski silah koleksiyonu sergileniyor. Türk ve İslam dünyasına ait, çeşitli devirlerde yapılmış savaş aletlerinden: kılıçlar, zırhlar, tüfekler, tabancalar, kalkanlar, mızraklar, ok ve yaylar, ziyaretçilerin büyük ölçüde dikkatini çekiyor. Sultanların kullandığı: zırh ve silahlar ile saray ve
ordu mensuplarının, değişik dönemlerde kullandıkları silahlar ve diğer ülkelerden ele geçirilen ganimet silahlar, burada teşhir ediliyor.Silah bölümünden sonra, yüzyıllar boyunca, Osmanlı siyasetinde, önemli kararların alındığı “Kubbe altına” geliniyor.

KUBBEALTI



Burası; Divan-ı Hümayun’un (Bakanlar Kurulu) toplantı yeri. Bina; Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış. Fatih Sultan Mehmet, Padişahların divana başkanlık etme adetlerini kaldırmış, bundan sonra, bu görevi Sadrazamlar yürütmüş. Divan toplantıları: Sadrazam başkanlığında; vezirler ve katipler ile burada yapılırmış.
Karşımıza gelen duvardaki kafesli pencere; Harem’e açılıyor. Padişah; istediği zaman, bu kafesin arkasından, varlığı hissedilmeden, Divan toplantılarını izleyebiliyormuş.
Yabancı elçiyi; önce Sadrazam, “Kubbealtı” denen yerde kabul eder, ağırlar, ziyafetlerden sonra, kendisine ağır bir hilat (kaftan) armağan ederdi. Boyunu aşan ağır kaftan içinde; kendini küçülmüş gibi hisseden elçinin kollarına; iki, iriyarı yeniçeri girerdi. Yine; yeniçerilerden oluşan bir kordon altında: taht odasına götürülürdü. Gerek bu muamele, gerek ihtişamlı dekor içinde, Sultan ile yaptığı görüşme, elçiyi, bir daha unutamayacağı, bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakırdı.
Sağdaki bölüm; Divit (kalem) odasıdır. Divan kararları, burada kaleme alınırmış. Bu binanın arkasında yükselen kulenin kaidesi; Fatih Sultan Mehmet devrinden kalma. Sarayın; tek, kulesi de burada. Giriş kapısı: harem tarafında. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı; bu kuleye, “Adalet Kulesi” ismi verilmiş. Bu kuleden; bütün İstanbul ve liman görülüyor. Üst kısmı ise, Sultan II.Mahmut devrinde onarılmış.
Osmanlı devrinde; Adil veya Adalet Köşkü diye anılırmış. Bu ilk haliyle, sarayın Fatih devrinde, bir iç kale olarak inşa edildiği ve kulenin de, tek olmayıp, altı adet olduğu; kalan izlerden ve Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinden anlaşılmakta.

HAREM


Osmanlı Sarayının en merak edilen yerlerinden birisidir. Buranın: örf ve adetleri de, Topkapı’da olduğu gibi, Dolmabahçe Sarayında ve diğer Osmanlı Saraylarında da devam etmiştir. Biz; şimdi yaşantısıyla son derece ilginç olan bu yer hakkında biraz bilgi verelim.
Asıl adı: “Dar-üs-saadet” olan Harem; “girilmesi yasak, saadet evi “anlamına gelmektedir. Daha yaygın olarak, Harem denilen bu yer, ortada Sultan’ın yattığı yer ve bunun çevresinde; Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariyeler, Sultanlar, Şehzadeler, Haremağaları Daireleri gibi, iç içe girmiş dairelerden oluşan bir yapı topluluğudur.
Tabii, Harem’in efendisi Sultandır. Ondan sonra gelen en nüfuzlu kişi ise, Valide Sultan denilen padişahın annesidir. Beylerbeyi, Valiler ve çeşitli yerlerden; Sultan’a; gönderilen hediyelerin yanı sıra; kusursuz ve çok güzel kızlar da armağan edilirdi. Bu küçük yaştaki kızlardan seçilen cariyeler; Harem’de; müsiki, edebiyat, saray adabı gibi birçok konuda, uzun süre eğitilirlerdi. Ancak, ondan sonra Padişah’a takdim edilirlerdi. Padişah; eğitimini tamamlayan, kendisine takdim edilen, zeki ve güzel kızlar arasından beğendikleriyle evlenir, bunlar sırasıyla birinci, ikinci kadınefendi diye anılırlardı. Yabancılar tarafından garip karşılanan ve elbetteki günümüz şartlarına kesinlikle uymayan, dört ve daha fazla kadın ile evlenme geleneği ise; sanırım o yıllarda, özellikle tahta mutlaka bir erkek varis bırakma isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Osmanlı Sultanlarının, evlenecekleri kızları, haremlerinde yetiştirilen cariyelerden seçmelerinin anlamı; çeşitli aileleri, hanedanlığa ortak kılmamak, onları Osmanlı nüfusundan yararlandırmamak içindi. Çünkü: haremde yetiştirilen kızlar yani cariyelerin; geçmişleriyle herhangi bir bağlantıları kalmıyordu. Böylelikle; Osmanlı imparatorluğu, kuruluşunun ilk yıllarında uygulanan ve çok zararlı görülen, dışarıdan kız alma geleneğinden vazgeçilmiş, Padişaha eş olacak güzel kızlar, çok küçük yaşlarda hareme alınarak, özel olarak eğitildikten sonra seçilmişlerdir.
Cariyelerin çok az kısmı: padişah veya şehzadelerin odalığı olmakta, diğer büyük kısmı ise diğer dairelerde çalışırlardı. Örneğin; Sultan I.Mahmut döneminde (1730-1745) padişah dışında, padişahın birinci hanımı olan baş kadınefendi dairesinde 20, diğerlerinde de 10-20 arasında cariye bulunduğu bilinmektedir. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) Dolmabahçe sarayında, Sultanın 58, Valide Sultanın 43, Şehzade Murad’ın 47, Başkadınefendinin 15 kadar cariyeleri olduğu; saray arşivlerine kaydedilmiştir.
Evet; Haremde; büyük nüfus sahibi olan Valide Sultan’dan sonra; evlenme sırasına göre, Padişah hanımları da, büyük söz sahibiydiler. Bunlardan, erkek çocuğu olanlara “Haseki Sultan” denirdi. Kadınefendilerden sonra, sayıları dördü bulan ve “İkbal” adı verilen Padişah gözdeleri vardı. Bunlar da, haremde saygı görür, Sultan’ın ölen veya boşandığı nikahlı karısının yerine, baş ikbal; Sultan eşi olabilirdi. İkballerden sonra, gözdeler gelirdi. Bunların da haremde büyük nüfusları vardı. Padişahın gözünden düşene kadar, bu nüfuslarını sürdürürlerdi. Sultanın çok yakınında, 16 kadar gözde bulunurdu. Sultan bunlarla da yetinmese, istediği kadar unvansız odalık alabilirdi.
Harem’in; kurucusu olarak bilinen Kanuni zamanında; 300 kadar olan cariye sayısı, gittikçe artmıştı. Sultan III.Murad zamanında, 500 e ulaştığı, Sultan Avcı Mehmet zamanında ise 700 e çıktığı, çeşitli kaynaklarda yazılıdır.
Bu kadar çok kadının bir yerde bulunması sonucu; kuşkusuz: ön sıraya girme, padişah eşi olma isteğinden doğan çekişmelerin olması gayet normaldi. Bu nedenledir ki; cariyeler; kendi aralarında, çeşitli oyunlara girişilerek, diğerlerinden üstün oldukları vasıflarını ispatlamaya çalışıyorlardı. Tüm cariyelerin ideali; Sultana kendilerini beğendirerek, haremde saygı gören padişah eşi veya gözdesi olmak idi. Böylece; rüyaları gerçekleşebilecek, belki de koca ülkeye hükmedebilen birer kraliçe ya da imparatoriçe olabileceklerdi.





İlk defa; Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Haremdeki bu çekişmelerden haberdar oluyoruz. Örneğin: Leh veya Rus asıllı cariye Hürrem Sultan, tüm rakiplerini geride bırakarak, Sultanın gözdesi olmayı başarmıştı. Belki çok güzel olmayan fakat son derece zeki, haris, entrikacı olan Hürrem; Sultana takdim edileceği günü sabırsızlıkla beklemiş, bu olaydan sonra unutulmamak için, tüm zekasını ve hünerlerini kullanarak, Osmanlı tarihinde derin izler bırakan bir “Hürrem Sultan Efsanesi “ yaratmayı başarabilmişti.
Günümüzde; burası, dar ve uzun koridorlar, küçük iç avlular ve bunların çevresine yerleştirilmiş, 400 kadar odadan oluşuyor. Tavan süslemeleri görülen buranın yapımı: 400 yıl sürmüş. Hareketli ve canlı günlerindeki renkli yaşamın izlerini görmek mümkün değil. Bugün; burada loş koridorlar ve boş odalar görülebiliyor. Yaşananlar; yalnızca ziyaretçilerin hayal gücünde canlanıyor

HÜNKAR HAMAMI:


Haremde bulunan hamamların en güzeli. Baştanbaşa beyaz mermerden yapılmış. Hamam: üç bölüm olarak yapılmış. Birinci bölüm: dinlenme ve masaj odası. Bu bölümdeki beyaz örtülü sedirler ortama ayrı bir hava veriyor. Soyunma yerinde; altın yaldızlı bir ahşap dolap ve kristal bir ayna var. Üçüncü bölümde: hamam kısmı (halvet) bulunuyor. Solda görülen demir kafesli bölüm; sultanların yıkandığı yer. Madeni parmaklıklarla kapatılmış, çünkü: padişahın yıkanması sırasında, herhangi bir suikasta uğramaması için. Evet, burası bu kadar.Buradan ayrılıp, soyunma odasının karşısındaki küçük bir kapıdan geçerek, Harem’in en görkemli köşesi olan, Hünkar Sofrasına geleceğiz

HÜNKAR SOFASI


Haremde; Sultan ile, harem kadınlarının birlikte; eğlence düzenledikleri, bayramlaştıkları buraya; Hünkar Sofrası deniliyor. Bu mekan; 16’ncı yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmış, salonda kubbe var. Sultan III.Osman döneminde, esaslı bir restorasyona uğramış. Salonda: üst pencereler ile birlikte, 26 pencere var. Burada: sultanın oturduğu bir de taht var. Tahtın iki yanına ise, büyük çini vazolar yerleştirilmiş. Sol tarafta kadife sedirler, bunların üst kısmında ise, orkestranın yer aldığı bir balkon görülüyor. Duvarın üst kısmında görülen yazılar ise, Kur’an dan alınmış ayetler. Simetrik olarak yerleştirilmiş saatler: İngiltere Kraliçesi Viktoria’nın hediyesi. Yine; bir köşede yer alan ahşap koltuk: Alman İmparatoru Wılhelm tarafından Sultan II. Abdülhamit’e hediye edilmiş. Salonun üst köşesinde; ayna kaplı dolap kapağı; aslında bir kapı. Padişah, gerektiğinde bu kapıdan, gizlice Harem’in öbür bölümlerine geçiyormuş.
Mermerli sütunlarla ikiye ayrılan, çeşmelerle süslenmiş, görkemli kristal avizeleri olan, kristal aynaları bulunan bu bölümde ; bir zamanlar, kim bilir ne güzel eğlenceler düzenlenmiştir. Hayalleri geniş tutmak gerek.
Evet; gezimize devam ediyoruz. Sağdan yürüyerek sofaya geçin. Bu bölümde: mermer çeşme ve renkli duvar çinileri var, bunlar dikkat çekiyor. Bölümden ilerleyin, tavanı kubbeli bir hol’e geleceksiniz. Karşı duvarda: şömine ve buna uydurulmuş ayetler ve çeşitli çini panolar var. Diğer duvarlar da aynı. Mercan kırmızısı çiniler, gerçekten muhteşem. Buradan: Sultan III.Murat’ın odasına geçiliyor. Kapıda; iki sütun göreceksiniz. Bunları: Mimar Sinan; binanın oturup oturmadığını kontrol için yerleştirmiş. Mercan kırmızısı ve mavi çinili bu kapıdan; Sultan III.Murat’ın odasına girin.

SULTAN III.MURAT’IN ODASI:

SULTAN III.MURAT’IN ODASI:
Haremin en güzel odalarından biri. Mimar Sinan tarafından yapılmış. 16’ncı yüzyılın tüm görkemini yansıtıyor. Mavi renk çiniler ve aralarına yerleştirilmiş mercan kırmızısı renk çinileriyle, göz kamaştırıyor. Burada kullanılan çiniler; bu yapıdan sonra, başka yerde kullanılmamış. Bakır yaşmaklı ocak var, devrinin tüm güzelliklerine sahip. Gömme olarak yapılmış, üç kademeli mermer bir çeşme var. Bugün bile suları akabiliyor. Çeşmelerin açık bırakılmasının sebebi; o dönemde, içeride yapılan konuşmaların, dışarıdan duyulmaması içinmiş. Burada; sedef kakmalı dolaplar, ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini yansıtan kapılar, sedirler ve mangallar var.

YEMİŞ ODASI


Ziyaretçilerin büyük ilgisini çeken, çok sevimli bir oda. Sakın atlamayın ve mutlaka görün. Sultan III.Ahmet tarafından yaptırılmış. Duvarları: kalem işi panolarla süslenmiş. Bunlarda: baştanbaşa, tabak içinde: meyveler ve çiçek demetleri var. Sol tarafta bir ayna var. Sağ tarafta: ender güzellikteki bir mermer ocak var. Pencereler içine; küçük ayaklı şamdanlar konulmuş. Zeminde ise; büyük bir sini görülüyor. Bu sini; ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Evet; bu güzellikler, özellikle yabancı turistlerin büyük ilgisini çekiyor. Buradan; uzun süre ayrılamıyorlar. Sizlerde; mutlaka görün, gerçekten büyük sanat eseri, bu objeler.
Evet; buradan ayrılın ve tekrar geldiğiniz sofadan geçerek, solda, birkaç basamakla çıkılan: “Veliaht Dairesi” ne ulaşacaksınız.

VELİAHT DAİRESİ


Veliaht Dairesi: mermerlik diye bilinen kısımdaki; 2 bölümden oluşuyor. Birinci bölümün: kubbesi, keten üzerine çeşitli motifler halinde altın yaldızlarla bezenmiş. Bu muhteşem kubbe; yıllar boyunca, bir tavanla gizlenmiş. Son onarımlarda; tavanın kaldırılması sonucu, varlığı öğrenilmiş ve ortaya çıkarılmış. Bu odanın; yan duvarları da, göz kamaştırıcı çinilerle süslü. Ocağın üzeri; kalem işleriyle bezenmiş. Vitraylar; çok güzel. Pencere içlerinde küçük musluklar var.
Buradan, küçük bir kapıyla; ikinci bölüme geçiliyor.
Sol tarafta; sevimli bir ocak var. Sağ yanda ise, bir mangal duruyor. Tavanı; çeşitli bitkisel ve geometrik motiflerle bezenmiş. Vitraylı pencereler ve ocağın iki yanında bulunan sedefli dolaplar, anlatılamayacak güzellikte. İnanın çok muhteşem. Bu zenginlikleri; ancak, görünce anlayacaksınız. Bu odanın; zeminindeki seviye farkı, son onarımlardan sonra ortaya çıkmış.
Evet; nice veliahtlar, büyük umutlar ve korkular içinde; günler, aylar, yıllarca buralarda yaşamışlar.
Gezimize devam ediyoruz. Solumuzda; gözdeler taşlığı, bunun aşağısında da “Cariyeler Havuzu” var.
Yürüdüğünüz yolun sağında; “Haseki odaları” var. Bu bina: çinili duvarları ile göze çarpıyor. Bu bölüm: Padişaha, erkek evlat veren eşlerine ait.
Yürümeye devam ettiğinizde; tam karşıda, bir camiye ait, sedefli bir kapı ile karşılaşacaksınız.
Sol tarafta; “Hırka-i Saadet” e giden yol var ve 16 ncı yüzyıla ait, 3 çini pano ile kapatılmış.
Evet; Harem’in en ünlü yerlerinden biri olan ;”Altın Yol” denilen koridora varıyoruz.

ALTIN YOL


46 m.uzunluğunda, dar bir sokak gibi. Bu loş koridorda; cariyeler, sokak özlemlerini giderirlermiş. Bunun dışında; burada bazı tarihi olaylar da yaşanmış. Sultan II.Mahmut’u öldürmeye kalkan asiler; fedakar Cevriye Kalfa tarafından, burada, gözlerine kül atılmak suretiyle durdurulmuşlar. Belki hatırlayanlarınız olabilir. Bu olay üzerine; Sultan II.Mahmut; Eminönün’de Cevriye Kalfa’nın adını taşıyan bir okul yaptırır.
Evet, bu koridor, gerek görüntüsü ve gerekse yaşananlar nedeniyle; hiç de cazip değil. Ancak; bu ismi almasının nedeni: “Padişahların, dini bayramlar da ve seferlerden dönüşte, burada, toplananlara altın serpmeleri “ imiş.
Bu yolda ilerlediğimizde; tekrar, geldiğimiz yola, yani iki büyük aynı ile süslenmiş, nöbet odasıyla karşılaşıyoruz. Buradan; sola doğru kıvrılıp, yürümeye devam edelim. Bir zamanlar; Harem’e yemek götürülen :”Kuşhane Kapısı” ndan çıkarak gezimizi tamamlamış oluyoruz